COVİD-19 olarak bilinen yeni tip koronavirüs Sars-CoV-2’nin hangi yaban hayvanının taşıyıcılığında insanlara bulaştığı henüz kesin olarak bilinmiyor; bilim insanları hala araştırmalarını sürdürüyor. Ancak bu süreçte endüstriyel gıda üretiminin salgındaki rolünü de masaya yatırmamız gerekiyor.
Yazı: Laura Spinney – The Guardian
Mevcut pandemiye neden olan virüs nereden geldi? İnsana bulaştığı yer olarak bilinen Çin’in Wuhan şehrindeki bir gıda pazarında nasıl ortaya çıktı? Bu soruların yanıtları bulmacanın parçalarını yavaş yavaş bir araya getiriyor. Ortaya çıkan öykü ise pek de teselli edici değil.
Gelin en başından başlayalım. 17 Mart’tan bu yana, koronavirüs ailesinin bir üyesi olan ve solunum hastalığına sebep olan Sars-CoV-2 (Covid-19) virüsünün doğal evrimin bir ürünü olduğunu biliyoruz. Kaliforniya La Jolla’daki Scripps Araştırma Enstitüsü’nde görev yapan bulaşıcı hastalıklar uzmanı Kristian G. Andersen ve çalışma arkadaşları tarafından yürütülen virüsün genetik dizilimine dair bir araştırma, Covid-19’un laboratuvarda veya herhangi bir mühendislik çalışması sonucu üretilmiş olma ihtimalini bertaraf etti. Bu çalışma komplo teorilerinin de sonu oldu.
Bir sonraki adımda ise, henüz kesin olmamakla birlikte, virüs açısından rezervuar görevi gören hayvanın çok büyük ihtimalle bir yarasa olduğu düşünülüyor. Andersen ve ekibi, tıpkı daha önce benzer bir çalışmaya imza atan Çinli meslektaşları gibi, Sars-CoV-2’nin genetik diziliminin, yarasaları enfekte eden diğer koronavirüslere çok benzediğini ortaya koydu.
Diğer yarasa koronavirüsleri bir aracı hayvan üzerinden insanlara geçtiği için, Covid-19’un da benzer bir şekilde geçtiği tahmin ediliyor. Bu aracı hayvanın da, Çinlilerin yemekten zevk aldığı, “taze” canlı hayvan pazarlarında satılan ve pullu bir memeli hayvan olan “pangolin” olduğu düşünülüyor. Bu hipotez henüz tam olarak kanıtlanmış olmasa da, bazı araştırmacılar Sars-CoV-2 ile pangolinleri hasta eden diğer koronavirüsler arasında genetik dizilim benzerliği olduğuna dair veri elde etmiş durumda.
Eğer bu virüs insanlara ulaşmak için bu rotayı izlediyse, o zaman iki kritik safhadan bahsedebiliriz: Birincisi bizimle ve çok büyük ihtimalle pangolin gibi bir aracı (taşıyıcı) hayvan arasındaki safha; ikincisi de bu aracı hayvan ile yarasalar arasındaki safha. Halihazırda insanlar ve aracı hayvan arasındaki geçiş süreci daha fazla dikkat çekiyor. Hatta bu süreçte tüm suçlayıcı gözler, Çinlilerin canlı hayvan pazarlarına ve beslenme alışkanlıklarına çevrilmiş durumda. Ancak pandeminin ortaya çıkması için virüsün her iki safhadan da geçmesi gerekiyordu. O zaman yarasadan pangoline veya bir diğer yabani ya da yarı-yabani aracı hayvana geçiş nerede ve nasıl oldu?
Andersen “Çalışmamız virüsün coğrafi çıkış noktasını göstermiyor. Ancak eldeki tüm kanıtlar Çin’den geldiğini gösteriyor,” diyor.
Hal böyleyken konu kapanabilir, ABD Başkanı Trump’ın Sars-CoV-2’ye “Çin virüsü” demesi de gayet normal karşılanabilir. Fakat hiç de öyle değil. Çünkü bu pandeminin 20 yıl önce değil de neden bugün gerçekleştiğini anlamak için diğer faktörleri de göz önünde bulundurmalısınız.
ABD Minnesota’daki Agroekoloji ve Kırsal Ekonomi Araştırma Birliği’nde görev yapan evrimsel biyolog Rob Wallace, “Nesneyi, yani virüsü ve kültürel uygulamaları suçlayabiliriz, fakat insanla ekoloji arasındaki ilişkide nedensellik devreye giriyor,” diyor.
Çin, ekonomik dönüşümün bir parçası olarak 1990’lardan itibaren gıda üretim sistemlerini endüstriyel seviyeye taşımaya başladı. Antropolog Lyle Fearnly ve Christos Lynteris’in ortaya koyduğu gibi bunun yan etkilerinden biri, küçük çiftlik sahiplerinin olumsuz etkilenmesi ve hayvancılık endüstrisinin dışında bırakılması oldu. Para kazanmak için yeni yollar bulmaları gerektiğinden, daha önce yalnızca hayatta kalmak için yenilen “yabani” hayvanları yetiştirme işine yöneldiler. Besin olarak yabani hayvan üretimi zaman içinde bir sektör haline geldi ve bu hayvanlar “lüks tüketim ürünü” olarak pazarlandı. Fakat küçük çiftlik sahipleri yalnızca ekonomik anlamda dışlanmadı; aynı zamanda coğrafi anlamda da ekilemeyen arazilere doğru uzaklaştırıldılar. Çünkü endüstriyel hayvancılık yatırımları her geçen gün daha fazla toprak işgal etmeye başladı. Küçük çiftlik sahipleri, yarasaların ve kendilerini hasta edecek virüslerin kol gezdiği ormanların hemen başladığı noktalara doğru sürüldüler. İlk safhadaki o etkileşimin yoğunluğu ve sıklığı arttıkça virüsün bulaşma riski de arttı.
Bir başka ifadeyle, özellikle son birkaç on yılda insan popülasyonunun daha önce hiç el değmemiş ekosistemlere doğru genişlemesi, hayvanlardan insanlara geçen hastalıkların (zoonoz) artmasında rol oynadı; bu doğru. Daha önce benzer aşamaları ebola ve HIV’de de görmüştük. Fakat bu değişimin ardında bambaşka bir şey de yatıyor: Gıdanın nasıl üretildiği… Tarım endüstrisinde kullanılan modern yöntemler zoonozların ortaya çıkmasında rol oynuyor.
Örneğin, pandemi potansiyeli bir hayli yüksek olan ve son 500 yıl içinde 15 farklı pandemiye neden olan gribi ele alalım. Belçika’daki Libre de Bruxelles Üniversitesi’nde görev yapan ve bulaşıcı hastalıkların coğrafi dağılımları üzerinde uzmanlaşan epidemiyolog Marius Gilbert, “Kritik düzeyde hastalığa yol açan kuş gribi virüsleriyle yoğun tavuk üretim sistemlerinin doğrudan ve net bir bağlantısı var,” diyor.
Bunun pek çok nedeni var. Wallace’ın 2016 tarihli kitabı Big Farms Make Big Flu’da da aktardığı gibi, tavuklar, hindiler ve diğer kümes hayvanları üretim fabrikalarına tıka basa yerleştiriliyor. Ayrıca aynı fabrikadaki kuşlar birbirinin klonu gibi yakın genetik özellikler gösterme eğiliminde oluyor. Bu hayvanlar on yıllardır, yağsız et gibi aranılan özelliklere göre seçilip üretilmiş olan kuşlardan oluşuyor. Bir virüs böyle bir sürüye girdiğinde, virüsün daha fazla yayılmasını engelleyebilecek genetik çeşitlilik gibi bir dirençle hiçbir şekilde karşılaşmadan hızla ilerleyecektir. Hem deneysel uygulamalar hem de gerçek dünyadaki gözlemler bu durumda virüsün öldürücülüğünü artırabildiğini gösteriyor. Virüsün insana geçmesi halinde ise potansiyel olarak başımız derde giriyor.
2018’de yayımlanan bilimsel bir makalede Gilbert ve ekibi geriye dönük olarak “dönüşüm vakaları” adını verdikleri verileri incelediler. Bu dönüşüm vakaları, hastalık yapma derecesi nispeten düşük olan bir kuş gribi suşunun daha tehlikeli hale geldiği vakaları kapsıyordu. Araştırma sonunda bu vakaların çoğunun, özellikle de gelişmiş ülkelerdeki endüstriyel tavukçuluk sistemlerinde ortaya çıktığını tespit ettiler. Araştırmacılar vakaların Avrupa, Avustralya ve ABD’deki sistemlerde Çin’dekinden çok daha fazla görüldüğünü ortaya koydular.
Ancak bu sonuç da Çin’i içinde bulunduğu zor durumdan kurtaramadı. Kuş gribinin hastalığa yol açma riski oldukça yüksek olan iki farklı formu, yani H5N1 ve H7N9 geçtiğimiz yıllarda yine Çin’de ortaya çıktı. (Henüz) çok kolay olmasa da her ikisi de insanlara bulaşıyor. H7N9’la enfekte olmuş insanlara dair vakalar ilk kez 2013’te rapor edildi ve bu tarihten sonra da her yıl küçük çaplı salgınlar görüldü. Fakat Gilbert’a göre, “Tavukların da bu virüs nedeniyle hastalandığı anlaşılana kadar salgınları engellemek için hiçbir şey yapılmadı. İşte o zaman bunun ekonomik bir sorun yaratabileceğini düşündüler ve o andan itibaren Çin H7N9 virüsüne karşı tüm kümes hayvanlarını aşılamaya başladı. Aşı da virüsün insanlara bulaşmasının önünü kesti.”
Çin dünyanın en büyük kümes hayvanı ihracatçılarından biri. Fakat bu endüstri tamamen Çinlilere ait değil.
Örneğin 2008’deki ekonomik durgunluğun ardından New York merkezli yatırım bankası Goldman Sachs holdinglerini çeşitlendirdi ve Çin’deki kümes hayvancılığı çiftliklerine girdi. Dolayısıyla Çin salgın vakalarından sorumlu tutulacaksa, bundan tek başına sorumlu olmadığı bilinmelidir. Wallace tam da bu nedenle hastalığın çıkış noktalarını tanımlarken “mutlak coğrafyalar” yerine “ilişkisel coğrafyalar” üzerinde duruyor ve özetliyor: “Parayı takip etmek yeterli.”
Endüstriyel hayvancılıkla gribin yeni ve tehlikeli formları arasındaki bağlantıyı herkes bu kadar net göremiyor. Arizona Üniversitesi’nde görev yapan evrimsel biyolog Michael Worobey kümes hayvanlarının fabrikalara kapatılmadan önce dışarıda gezdiğini belirtiyor. “Modern endüstriyel yöntemler virüslerin öldürücülüğünü artırabilir” diyor, “ama aynı zamanda artık içeride olan bu sürüye de en başta virüs bulaşmasını engelleyebilir.”
Ancak bu görüşüne rağmen Worobey, çiftçiliğin ve diğer insan-hayvan etkileşimlerinin, insan hastalıkları ekolojisini şekillendirdiğini kabul ediyor. Ekibi, insanların da aralarında bulunduğu çeşitli konak hayvanlardan grip virüslerinin sekanslarını topluyorlar ve gribin zaman içindeki evrimini anlamak için bu sekansları bir “aile ağacı”na yerleştiriyorlar. Grip sürekli mutasyona uğruyor; bu yüzden de mevsimsel grip aşısının her yıl güncellenmesi gerekiyor. Virüs farklı konak hayvanlarda farklı boyutlarda değişime uğruyor. Dolayısıyla aile ağacı, hem soy hem de her suşun ara konakçısı hakkında fikir verirken, aynı zamanda geçmişte gerçekleşmiş olan bulaşma vakalarının yaklaşık zamanını da ortaya koyuyor.
Kesin bir kanıtı olmamakla birlikte grip, bundan yaklaşık 4 bin yıl önce Çinliler ördekleri evcilleştirdiğinde bir insan hastalığına dönüşmüş olabilir. Taşıyıcı bir hayvanın insan topluluğu arasına ilk kez girmesiyle bu dönüşüm gerçekleşmiş olabilir. Fakat insanlar aynı zamanda, bin yılı aşkın süredir bir arada yaşadığımız domuzlardan da grip kapabiliyor, domuzların da grip olmasına neden olabiliyorlar. Worobey bundan birkaç yıl önce insan gribine neden olan kuş gribi virüslerinin ara konağının her zaman kuşlar olmayabileceğini söyledi. Tartışmalı bir noktaya değinen Worobey bu makalesinde, yaklaşık 100 yıl önce insanların atlardan grip kapmış olabileceğini belirtiyor. Motorlu taşıtlar atların yerini almaya başladığında, aynı dönemlerde batı yarıkürede kümes hayvancılığı gittikçe popüler hale geliyordu. Worobey bu tarihten itibaren insan gribinin ara konağı statüsünün kuşlara geçmiş olabileceğini aktarıyor.
Ancak herkes bu senaryoya o kadar sıcak bakmıyor. Imperial College London’da virolog olarak çalışan Wendy Barclay şöyle diyor: “Eğer bir zamanlar atlar grip virüsünün ana konağı olsaydı, o zaman çoğu kuş gribi virüsünde bir memeli adaptasyonu görürdük ama yok.” ABD Maryland’deki Ulusal Alerji ve Bulaşıcı Hastalıklar Enstitüsü’den David Morens de geçmişte atların daha çok geçici bir sapma olarak rol oynamış olabileceğini, kuşların ise, özellikle de yabani türlerinin her daim insan gribinin başlıca ara konağı olduğunu belirtiyor.
Ancak bu uzmanların hepsi, konak-patojen ilişkisini şekillendiren asıl faktörün, arazi ve hayvan kullanma biçimleriyle insan olduğunda hemfikir.
Worobey’in de işaret ettiği gibi, günümüzdeki insan popülasyonu göz önünde bulundurulduğunda, 21. yüzyılda daha önce eşi benzeri görülmemiş şekilde bunu yapıyoruz. Worobey bugün evcilleştirilmiş ördeklerin yabani ördeklerden çok daha fazla olduğunu tahmin ediyor.
Üstelik yalnızca kuşlardan bahsetmiyoruz. Gilbert domuz sürülerinde de virüslerin öldürücülüğünün arttığını söylüyor. İlk kez 1980’lerde ABD’de tanımlanan bir domuz hastalığı olan domuz üreme ve solunum sendromu (PRRS), o tarihten bu yana dünyanın farklı bölgelerindeki sürülere yayıldı. Bu virüsün suşları ise yakın zamanda Çin’de tespit edildi ve daha önce ABD’de görülenlerden çok daha öldürücü oldukları anlaşıldı. ABD Ulusal Sağlık Enstitüsü’nden Martha Nelson ve ekibi tarafından yürütülen 2015 tarihli bir araştırmada domuz gribi virüsünün genetik sekansları haritalandı. Çalışma, dünyanın en büyük domuz ihracatçıları olan Avrupa ve ABD’nin aynı zamanda domuz gribinin de en büyük ihracatçıları olduğunu ortaya koydu.
Sosyal medyada zaman zaman veganlar tarafından yaygınlaştırılan bir iddia var: Daha az et yemiş olsaydık, Covid-19 diye birşey de olmayacaktı. İlginç bir şekilde bu yorumların bazıları ana akım haber kanalları tarafından “kısmen yanlış” olarak tanımlandı ve tartışmanın önü kesildi. Fakat bu iddialar aynı zamanda kısmen doğru. Her ne kadar bu konuda basit ilişkilendirilmeler yapılıyorsa da elimizdeki güncel veriler, yalnızca Çin’de değil, dünyanın farklı bölgelerinde etin üretim şeklinin, Covid-19’un ortaya çıkmasında ne denli etkili olduğunu güçlü bir biçimde kanıtlıyor.
Fearnley ve Lynteris’in de savunduğu gibi, yeni zoonozları engellemek ya da süreci yavaşlatmak için Çin’deki taze canlı hayvan pazarlarının daha sıkı denetlenmesi gerekiyor. Fakat bu pazarların da ötesinde, besinlerimizin dünya çapında nasıl üretildiğine de bakmamız gerekiyor.
Aslında şu anda böyle hissetmesek de Wallace’a göre Sars-CoV-2 konusunda oldukça şanslıyız. Covid-19; hasta ettiği kişilerin yaklaşık üçte birini öldüren H7N9 veya bundan çok daha fazlasını öldüren H5N1 virüsleri kadar öldürücü değil gibi görünüyor. “Bu da bize yaşam tarzımızı sorgulama ve tarım endüstrisini ekolojik, sosyal ve epidemiyolojik sürdürülebilirlik standartlarına taşıyabilen politikacılara oy verme imkanı tanıyor” diyen Wallace sözlerini şöyle bitiriyor: “Eğer tavuk milyonlarca insanın yaşamına mal oluyorsa ucuz değildir. Umarım bu yaşadıklarımız tarımsal üretim, arazi kullanımı ve koruma anlayışımızı değiştirmemizi sağlar.”