Mişa’ya Mektup

Sen bu mektubu asla okumayacaksın, biliyorum. Ama ben vicdanıma yazıyorum bu mektubu. Biraz da başkalarının vicdanına.

Seninle 2007 yılında tanıştık. Çok uzun zaman geçmiş gibi. Bu, kendimi suçlu hissettiğim için mi böyle? Bilmiyorum Mişa. Seninle tanışmak, seninle yüzmek… Tüm bunların ne anlama geldiğini hala düşünüyorum. Keşke bunları, o günden önce düşünseydim. Düşünmedim. Hiç düşünmedim Mişa. Cahildim çünkü.

Bilmiyordum.

Ben senin hayalinle büyüdüm, rüyalarımda hep sen vardın, ne zaman seni görsem İzmir körfezinde veya İstanbul boğazında, gözlerim dolar, ağlamaya başlardım. Koşup denize atlamak gelirdi içimden, yanına gelmek, sana dokunmak, çıkardığın sesleri dinlemek. Ruhumun bir parçasında senden bir iz olduğunu düşünürdüm hep.

Luc Besson’un Grand Bleu (Derin Mavi) filmini izlemiştim. Ben de Jacques Mayol gibi olmak istiyordum, seninle derin bir bağım, bir dostluğum olsun istiyordum.

Bu istek giderek büyüdü içimde, nasıl, nerede karşılaşacaktım seninle? Bir denizci değildim, derin su dalgıcı da değildim, kıyısı betonla doldurulmuş kocaman bir şehirde yaşıyordum, nerede, nasıl tanışacaktık seninle?

Gösteri yaptığın yerler vardı, eğlence parkları. Bunun senin için eğlence değil, esaret olduğunu biliyordum. Bu esarete destek veremezdim. Bu kadarını düşünebiliyordum.

Sonra Kaş’ta bulunan tedavi merkezini duydum. Sen oradaydın, gösteri yapmıyordun, zihinsel engelli çocuklara yardım ediyordun. Bu da bana yeterdi. Düşüncemin sınırları buraya kadar geliyordu Mişa. Kendimi mi kandırıyordum? Şimdi geriye dönüp baktığımda, samimi olarak şunu söyleyebilirim: ne yaptığımı bilmiyordum.

Öğrenecektim ama Mişa. Sen öğretecektin bana.

Kaş’a gittik. Aradım, fiyatını sordum. Senin bir fiyatın var biliyor musun? 10 dakikan 110 dolardı. Kararımı vermiştim. Seninle tanışacaktım.

O küçük körfeze gittim. Sen oradaydın işte, kocamandın, hiç bu kadar yakından görmemiştim seni. Ne kadar güzeldin! Senin gibi iki yunus daha vardı orada. Sen ayrı bir bölmedeydin. İnanır mısın Mişa, gözüm senden başka bir şeyi görmüyordu. Sadece sen vardın. Etrafını saran teller yoktu. 5’e 5 metre bir alanda değildin sanki. Oradaydın şans eseri, aynı filmdeki gibi Mişa, şimdi de ben senin yanına gelecek, seninle yüzecektim. Aynı filmdeki gibi.

Ama sen şimdi bir başkasıyla yüzüyordun. O küçücük alanda turlar atıyordun. Dönüp duruyordun, yüzgecinden tutmuş genç kadın da seninle dönüp duruyordu.

Sıra bana geldi. Platformun yanına geldim. ‘Eğitmen’ bana açıklamalar yaptı, ‘ben düdük çaldıktan sonra suya girin, yüzgecin alt kısmından tutun, sakın ama sakın nefes alıp verdiği deliğe elinizi sürmeyin, takılarınız varsa çıkarın’ dedi.

O an kırılmaya başladım. Ne oluyordu ki? Düdükler çalınacaktı, takılar çıkarılacaktı… Bunlar hayalimde yoktu benim… Ben her şey kendiliğinden olacak zannediyordum.

Yine de sessizce dinledim. Kalbim hızla atıyordu. Çok yakındım sana Mişa, o kadar büyüktün ki! Yine de korkmuyordum senden. Neden olduğunu anlatamadığım bir şekilde, bana asla zarar vermeyeceğini biliyordum. Sanki sen aileden birisiydin, atamdın benim. Hiç korkmadım senden. Bir saniye bile.

Düdük çaldı. Titreyerek suya girdim. Sana ilk kez o an dokundum. Ne kadar sert, ne kadar kaygan bir derin vardı Mişa! Yanımda ne kadar da büyük, suyu varlığınla doldurarak duruyordun!

Yüzgecini tuttum, sen yüzmeye başladın. Bir tur attın, başladığın noktaya döndün, ‘eğitmen’ sana bir balık verdi. Sen balıklarla uğraşırken ben seni okşuyordum. Sana seni ne kadar sevdiğimi, seni ne kadar çok beklediğimi göstermek istiyordum. İşte buradaydım, gelmiştim! Beraberdik sonunda!

O sırada fark ettim işte Mişa.

Sen benimle ilgilenmiyordun bile. O küçücük deniz parçasında tur atıp balık almaya adamıştın kendini. Ben hiç kimseydim senin için. Bir makineydin sen, hayalimde canlandırdığım şey değildin. Balıklar yüzüyordu denizde, ama sen plastik kovadan ölü balık yemeye alışmıştın. Bir turu atıp balık yiyor, sonra tekrar bir tur atıp, bir sonraki balık için sesler çıkarıyordun.

Seninle böyle 5-6 dakika tur attık. Sonra son hamleni yaptın, ‘Eğitmen’in iyi öğretmişti sana, kafamı sana doğru uzattım, sudan çıkıp burnunu yanağıma dayadın. Beni öpmüş sayılıyordun böylece. Ama sihir bozulmuştu artık.

Düdük tekrar çaldı.

Sudan çıktım.

O sudan eksik çıktım ben Mişa. Kırık çıktım. Senden bir şey çalmıştım ben ve senden çaldığım şey benden eksilmişti.

Ne olup bitmişti az önce?

Benim istediğim bu değildi ki! Ben bir yunusla yüzmek istemiştim. Kendiliğinden bir karşılaşma olmalıydı bu, sen balık yemek için değil, kendin istediğin için yüzmeliydin benimle. Birileri seni yakaladığı veya bir eğlence parkındaki tutsak bir anneye doğduğun için değil!

Yanıldığım nokta buydu işte: bir yunusla tanışmak için, bir yunus hapishanesine gitmiştim.

Ama o hapishanede hiç yunus yoktu Mişa.

Yunusların gölgeleri vardı sadece.

Silik, yarım, eksik gölgeler.

Balık yemek için tur atan, gri, kaygan makineler.

Günde kaç tur atıyordun Mişa? Kaç kişi gelip, o filmlerde gördükleri sihirli anların kırıntılarını arıyordu burada?

Kaç kişi kendini böyle kandırıyordu?

Hayatın böyle geçiyordu Mişa. O küçücük alanda, balık yemek için turlar atarak.

Ne kadar da aptaldım! Ne kadar bencil, ne kadar cahildim!

Seni sömüren bir adama 110 dolar verdim diye Jacques Mayol olacağımı sanıyordum!

Ama sen bana bir ders verdin o gün.

Şimdi yeni yeni anlıyorum.

Sen orada değildin Mişa.

Ben seninle hiç tanışmadım…..

Tuğçe Tuğran